Bundan 2419 yıl önce Yunan felsefesinin başkenti olan Atina, günümüze etkisini kümülatif olarak yansıtan ve yansımalarını her toplumda ve her zaman diliminde hissettirmiş olan tarihin en karanlık olaylarından birini yaşadı. ‘Felsefenin babası’ olarak görülen Sokrates, resmi suçlama metninde geçen ifade ile “Kentin inandığı tanrılara inanmadığı, yeni tanrılar icat ettiği ve gençleri yoldan çıkardığı için” suçlandı ve ölümle cezalandırıldı. Oysa o dönemde birlikte yaşadığı ve kendini suçlayan insanlar dahi onun ne kadar dürüst ve yasalara saygılı bir insan olduğunu biliyorlardı. Peki buna rağmen Sokrates’i ölüme itmelerine neden neydi? Sokrates’i biri/birileri mi öldürdü, yoksa tarihin her döneminde var olmuş bir bakış açısı darlığı, fikir körlüğü mü bu suçu işledi?
Öncelikle hiç bilmeyen veya çoğumuzun olduğu gibi sadece ismini ve birkaç küçük anekdotunu bilenler için birazcık Sokrates’i ve onun olaylara-durumlara-sistemlere karşı bakış açısını anlamaya çalışalım. Kendisi 2400 yıldır devam eden ve hiçbir zaman da bitmeyecek olan bir yolculuğun ilk üyelerinden ve baş aktörlerinden biri. “Kendini Bil” doktrininin uygulayıcılarını ve takipçilerini düşündüğümüzde ilk akla gelen isim. “Kendini Bil” başlıklı blog yazımı henüz okumadıysanız buradan ulaşabilirsiniz.
Sokrates, kendinden önceki diğer düşünürler gibi dünyayı, evreni ve çevreyi algılamaya çalışmak yerine insanı ve kendini tanımaya, bilmeye ve anlamaya çalışmıştır. “Sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez.” cümlesiyle önce sorgulamanın genel manada ne kadar önemli ve elzem bir parça olduğunu ifade etti. Daha sonrasında ise bu önemli parçanın başlangıcının yüzyıllar boyunca evreni bu denli ve etkili bir şekilde değiştirebilen, kaçınılmaz bir faktör olan insanın bizzat kendisi olması gerektiğini ifade etti. Sokrates, bütün bunları M.Ö. 4. Yüzyılda düşündü, yani aradaki 2400 yılda gerçekleşen çağ açıp kapatan olaylar, icatlar ve keşiflerin hiçbiri var olmadan. Bizler ise bu olaylar ve icatlar gerçekleştikçe bakış açımızı sürekli çevremize ve bizden uzak alanlara yönelttik, kendi içimize yönelmek yerine.
Sokrates genel geçer evrensel bir bilgiye ulaşılabileceğini düşünmemiş ve bu doğrultuda bir çalışma gerçekleştirmemiştir. Tüm bunların kanıtı olarak ise biz onun bir diğer çok ünlü sözü olan “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.” sözünü görüyoruz. Sokrates’i diğer filozoflardan ayıran bir diğer nokta da insanın doğal olarak bu evrendeki yapısının mutlu olmaya indekslendiğini düşünüyor ancak bu mutluluğu çoğumuzun ilk aklına geldiği ve günümüzde de bağlandığı yöntem olan hazlarımız üzerinden hedonistçe bir yaklaşım ile ele almıyor olmasıydı. O mutluluğun asıl ve tek kaynağının bilgi olduğunu düşünüyordu. Evrendeki bütün kötülüklerin sebebinin bilmemek olduğunu, bilgi eksikliğinin bizi hatalara ve mutsuzluğa yönlendirdiğini iddia etti. Bu görüşünü de: “Sadece bir iyi vardır: bilgi ve sadece bir kötü vardır: cehalet.” olarak dile getirdi. Ve insanlarda var olduğunu düşündüğü tüm bu bilgileri ortaya çıkartmak için kendine özgü maotik(doğurtma) yöntemini kullandı.
Kendisi tüm bu görüş ve değerlerinin yanında demokratik bir toplum düzenine sahip olan Atina’da oy çokluğu ile ölüme mahkûm edilmeden önce demokrasiye karşı çıkmış ve onun pek de akıllıca bir yönetim sistemi olmadığını ifade etmiştir. Bu konudaki görüşünü öğrencisiyle arasında geçen bir diyaloğu aktararak ifade etmek en doğru yöntem olacaktır:
Bir gün Sokrates yine öğrencileriyle sohbet ederken bir öğrencisi Sokrates’e sorar :
– Eğer demokrasi çoğunluğun kararını kabul etmekse adil olan da bu değil midir? Mesela yüz kişinin oy kullandığı bir yerde elli bir kişinin kararına mı uymak daha adil ve doğru olur yoksa kırk dokuz kişinin kararına uymak mı? Hem çok mümkündür ki daha çok insanın daha az insandan yanılma ihtimali daha azdır. Şu halde sizin demokrasiye karşı çıkmanız doğru olmadığı gibi haklı da sayılmaz.
Bunun üzerine Sokrates her zaman olduğu gibi soru cevap yöntemini kullanarak o öğrencisine önce sorar.
+ Bize söyler misin bilge olmak mı daha zordur yoksa cahil olmak mı daha zordur?
– Elbette ve hiç şüphesiz bilge olmak daha zordur. Bilge olmak için çok okumak araştırmak ve yorulmak gerekirken cahil olmak için bir şey yapmaya gerek yoktur.
+ Peki, o halde bize yine söyler misin toplumlarda cahil insanların sayısı mı çok olur yoksa bilge insanların sayısı mı çok olur?
– Elbette ve hiç şüphesiz cahil insanların sayısı fazla olur.
+ Peki, bize yine söyler misin bir gemide yüz yolcu bulunsa geminin nerede-nasıl ve hangi yönde yelken açması gerektiğini kaptan mı daha iyi bilir yoksa o yüz yolcu mu?
– Eğer yolcular içinde denizcilik bilgisi olan yoksa pek tabi en iyi bilen kaptandır.
+ Peki, o halde diyebilir miyiz ki herkes her konuda karar veremez, herkes bildiği yerde konuşmalı ve her iş ehline verilmeli?
– Pek tabii olması gereken budur.
+ Peki, o halde bize yine söyler misin kimin hangi konuda bilgili olup olmadığını bilmeden sadece çoğunluk oldukları için kararlarını doğru bulmak adil ve doğru olabilir mi? Hem sen de kabul ettin ki bir toplumda cahillerin sayısı bilgelerden hep daha çok olur.
İşte tam da bu yukarıda geçen diyalogdan göreceğimiz gibi Sokrates; karşısındakine kendi fikrini söyleyip doğrudan kabul ettirmeye çalışmak yerine, doğurtma yöntemini kullanarak sorduğu sorular ve aldığı cevaplarla doğru olanı kişinin kendisinin bulmasını sağlamaya çalışmıştır. Bu yöntemin eğitimdeki karşılığı olarak da yine çok güzel bir söze sahiptir: “Öğrencilerinize bir şey öğretmeyin, onların düşünmelerini sağlayın. Çünkü onlar düşünmeye başlarsa zaten kendi çabalarıyla öğrenirler ve bir çaba sonucu öğrenilen bilgi, en kalıcı bilgi olur. Asla silinmez…”. Sokrates, bu yöntemi uygularken karşısındaki kişilerin asıl bildikleri-bildiğini sandıkları şeylerin cahili olduğunun farkındaydı ve bu cehaleti yıkmanın kavga ve tartışmayla olmayacağını biliyordu. Bunun için de mantık çerçevesi içinde yarattığı bir soru silsilesiyle karşısındakinin doğruyu ortaya çıkarmasında yalnızca bir ‘ebe’ rolünü oynuyordu. Doğruyu doğurtacak olan ise yine kişinin kendisiydi.
Sokrates tüm bu özellikleriyle insanlara doğruyu bulmalarında yardımcı olurken bir gün yazımın başlangıcında da belirttiğim gibi asılsız bir suçlama ile yargılanır. Sokrates bu suçlamayı ilk duyduğu an şu tepkiyi verir: “Alaya alınmak bazen pek de önemli bir şey olmayabilir. Bana kalırsa Atinalılar bir insanın bilge olup olmadığını önemsemez, yeter ki o insan bilgeliğini başkalarına aktarmasın. Ama bir insanın birilerini bilge yapma yetisine sahip olduğunu düşünürlerse senin de söylediğin gibi, kıskançlıktan ya da herhangi başka bir nedenden ötürü büyük öfkeye kapılırlar.” Bu sözler tarihin her döneminde bize tanıdık gelen ve hatta günümüzde de çevremizde sıklıkla karşılaşabildiğimiz türden bir sorun.
Sokrates, kendisine ısrarla ifade edilen “Seni ölüm tehlikesiyle karşı karşıya getiren bu tür şeyler yaptığına utanmıyor musun?” sorusuna ise şu cevabı verir: “Diğer insanlara az da olsa yardım etmek isteyen biri, yaşayıp yaşamayacağının hesabını hiç yapmamalıdır. O insan sadece yaptıklarının adil olup olmadığına, iyi insanlara yaraşıp yaraşmadığına bakmalıdır.”
Sokrates’in suçlanmasının asıl nedeni ne var olan dini değerleri reddetmesi ne de gençleri kötü yola sürüklemesiydi. Onun suçlanmasının tek nedeni tarihte her zaman var olduğu gibi soru sormasıydı. Çünkü soru sormak bilinenlerin, bilindiği sanılan şeylerin sorgulanması ve onların sandığımız gibi doğru olmayabileceğinin ortaya konmasıdır. Bu nedenle de soru sormak, konfor alanında yaşayan insanların ve dogmaların egemen olduğu bütün toplum ve ortamların kaçındığı, tehlikeli veya boşuna bir iş olarak gördüğü bir eylem olmuştur. Ancak tüm bu yanlış bakış açıları, insanlığın gelişmesini sağlayan bilimsel icat ve keşiflerin temelinde yatan soru sorma içgüdüsünü engelleyememiştir. Tarihte Sokrates’ten sonra da soru sorduğu ve sorguladığı için engizisyon mahkemelerinde asılan, toplum tarafından çeşitli cezalara çarptırılan, dışlanan, sürgün edilen birçok düşünür var oldu. Ancak tüm bu engellemeler ve cezalara rağmen kazanan yine bilmek/bilim oldu. Dogma, kendinden başkasına yaşama hakkı tanımayan bir kör inançtır ve bu ne bir dine ne bir topluma ne de bir görüşe aittir. Herkeste, her yerde ve her alanda ortaya çıkabilme potansiyeline sahip bir bakış açısıdır. Milattan önce 4. Yüzyılda da böyleydi, milattan sonraki yüzyıllarda da böyle oldu.
Sokrates bu dogmaların suçlamaları karşısında hitabet yerine en iyi bildiği doğurtma yöntemini kullandı. Yargıçlardan af dilemek yerine fikirlerini savundu. Ölüm cezasının değiştirilmesini istemedi. Kendisi zindana atıldığı zaman koruma olmamasına ve öğrencilerinin ona kaçmasını teklif etmesine rağmen bu teklifi geri çevirdi. Yasalara duyduğu saygı ve ölümden sonraki yargılama sonucunun kendisini mahkûm eden mahkeme kararından daha önemli olduğunun bilincinde olarak baldıran zehrini içerek yaşamına son verdi. Ölmeden önce ise onu vazgeçirmeye çalışan dostlarına şu cümleleri kurdu: “Sizden dileyeceğim bir şey daha var: çocuklarım büyüdüklerinde, sizden isteğim şu ki erdemden daha fazla zenginliğe veya başka bir şeye değer verirlerse onları cezalandırın veya benim sizinle uğraştığım gibi siz de onlarla uğraşın… Artık ayrılma vakti geldi çattı, ben ölmeye, sizler de yaşamlarınızı sürdürmeye gidiyorsunuz. Hangisinin daha iyi olduğunu sadece tanrı bilebilir.”
Sokrates, ölümüyle ardında yaşasaydı hiçbir zaman bırakamayacağı derecede bir emsal ve ders bırakmıştı belki de. Yaşadığı hayata ve inandığı değerlere ters düşmek yerine doğru olanın peşinde koşmanın, sorgulamanın bizi cahilliğimizden kurtaracağını ve eğer ki cahilliğimizden kurtulabilirsek gerçek mutluluğa ulaşacağımızı gösterdi. Onu ölüme mahkûm eden düşünce körlüğü ise o günden sonra olduğu gibi yüzyıllar boyunca da yanıldı ve yenildi. Yenilmeye ve yanılmaya da devam edecektir. Bir sonraki yazımda görüşmek dileğiyle, sağlıklı ve bilgiyle kalın!
– Kimse bile bile kötü değildir, her kötülük bilgi sanılan bir bilgisizlikten gelir.
– Kimseye hiçbir şey öğretemem, sadece onların düşünmesini sağlayabilirim.
Konuyu anlamak açısından faydalı olabileceğini düşündüğüm kaynaklar:
Yararlanılan kaynak: Sokrates’in Savunması, Plato
Yazar
Bahrican Yeşil
FRONT-UX